Edgardo Reyes’in “Parlaklığın Pençelerinde” adlı romanından uyarlanan Manila in the Claws of Light, derin eşitsizliklerin ve sömürünün kol gezdiği Manila’daki adalet ve yaşam mücadelesini ele alıyor.

Julio, zamanında iş bulduğunu söyleyerek Malina’ya yerleşen ve kayıplara karışan sevgilisi Ligaya’yı aramak için yola düşüyor. Hikaye, bu metropole geçici olarak göç eden 21 yaşındaki Julio’nun, burada yaşadığı sosyopolitik zorluklara odaklanıyor.
Film, Julio’yu çemberi altına almadan önce siyah beyaz bir sekansla başlıyor; Manila’daki insanların gündelik yaşamına ve onların yüzlerine odaklanıyor. Renk döndükçe yüzlerden uzaklaşıp ana karakterimiz Julio’ya geçiş yapıyor. Tek gayesi sevgilisini bulmak olan Julio, aynı zamanda Manila’da iyi bir yaşam elde edebilmek adına iş arama yolculuğuna çıkıyor ve yolu bir şantiye ile kesişiyor. Beş parasız ve gidecek yeri olmadığı için düşük ücretli ve can güvenliği olmayan bu işe giriyor. Henüz yaşam hakkında fazla deneyimi olmayan Julio, inşaat işçisi olarak çalıştığı sürede işçilerin yaşadığı zorluklara bizzat şahit oluyor.

Kişisel olarak gelişimiyse iş kazasında arkadaşının ölümüne şahit olmasından sonra başlıyor. Ürkek ama bir yandan da hayata tutunmaya çalışan Julio, zaman geçtikçe ortama ayak uydurup yeni insanlarla tanışıyor. İş arkadaşlarının hayallerine kulak kesiliyor ve solgun olan yüzü gülmeye başlıyor. Tam bu esnada “küçülme” gerekçesiyle usta başı, bütün işçileri meydana topluyor ve rastgele isimlerini saydığı işçileri, hiçbir gerekçesi olmadan işten çıkarıyor. Bu vurguna Julio da dahil ediliyor ve evsiz olduğu gibi işsiz de kalıyor. Çaresiz bir anında, denk geldiği bir seks işçisinin teklifini kabul ediyor ve kısa bir süreliğine bu işe yöneliyor. Şantiyede çalışırken aldığı paranın üç katını seks işçiliğinde alacak olsa da sonradan dahil olduğu iş kolunda, bu sektör içerisindeki sömürünün de farkına varıyor ve sessiz sedasız bir şekilde bu işle de olan yolculuğunu bitiriyor. Julio, insanların temel ihtiyaçlarını karşılamak için her işe göğüs germek zorunda bırakıldığını fark ediyor ve bu gerçekliğin ağırlığı üzerine çöküyor.

Final sahnesiyle birlikte Julio’nun karakter gelişimi de tamamlanıyor. Filmin başında tek arzusu sevgilisini bulmak olan Julio, ışığın pençelerine kendini kaptırıyor ve sistemin yarattığı öfkeli bir insana dönüşüyor. Kurbanı olduğumuz bu sistemin öfkeli insanlarına dönüştüğümüz gerçeği işte tam da bu noktada göze çarpıyor.
Filmin son sahnesinde ise sokakta hak aramak adına yürüyen protestocuları da dahil eden Brocko, Filipinli dayanışmasını gözler önüne sermekten geri durmuyor.
Lino Brocka’nın filminde gözümüze çarpan şey peri masalından çıkma salt bir aşkı arama öyküsü değil; Marcos yönetimindeki yoksulluk, ölüm ve yaşam arasındaki ince çizgidir de aslında. Aşk kavramı film içerisindeki yapbozun küçük bir parçasını temsil ediyor. Yapbozu tamamlayan en önemli parça Manila’nın yoksul kesiminin mücadelesi oluyor. Bu yalnız Manila için değil, tüm dünyada süregelen sistematik çöküşün cezasını yalnız düşük gelirli kesimin çektiğinin bir temsili oluyor. Duygusallığı bırakıp, insanları çöp yığınına iten bir sistemi sorgulama sürecine sokuyor.

Hayatın oradan oraya sürüklediği bir toz parçasından hallice olan yaşamlarımızda umut ışığını yakalayabilmek için çaba sarf ediyoruz. Elde ettiğimiz hayatın meyvesi ise bazen çürük çıkabiliyor. Manila in the Claws of Light, hayatta kalabilmek uğruna verilen savaşın ve eşitsizliğin keskin bir gerçekliği. Tüm trajedisine rağmen, bütün çıplaklığıyla ortada ve bir yumruk kadar sert.